Bu yazıda, ölmenin ve öldürmenin özel biçimlerinin yaşam ve ölüm arasındaki karanlık bir bölgede veyahut bulanık bir sınırda meydana geldiği gerçeğini göz önünde bulundurarak, ötenazi olgusu üzerinden, Michel Foucault (yaşam-politikası) ve Giorgio Agamben’in (ölüm-politikası) biyopolitika kavramsallaştırmaları arasında bir orta yol bulmayı deneyeceğim. Bu doğrultuda, tarihsel bir arka plan sunmanın elzem olduğuna inandığım çalışmaya, egemen iktidarın bugünkü felsefi temellerini aldığı ve teorik doğrulamalarını sağladığı mevcut hukuki-tıbbi-siyasi kompleksi anlamak için, ötenazi ve intiharın kısa bir tarihi ile başlayacak; ve iktidar ile ölüm arasındaki ilişkinin her daim oldukça sorunlu olduğunu göstereceğim. İkinci olarak, Foucaultcu biyopolitika bağlamında ölümün ortadan kayboluşunun anlam[lar]ına yoğunlaşacak ve Foucault’nun düşüncesinin aksine, Batı’da yirminci yüzyılın ortalarından itibaren ölümün yeniden-keşfedilmesine benzer bir durumun gerçekleştiğini öne süreceğim. Ve nihayet makalenin üçüncü ve son kısmında, ötenazi sorunundan hareketle, Agamben’in yaşanmaya değmeyen hayat kavramını takdim ederek, Foucault’nun biyopolitika düşüncesindeki eksi[kli]ği, yani ölüm politikasını, tamamladığını ileri süreceğim.
In this paper, considering the fact that special forms of dying and killing are mostly seen in a shadowy zone or blurred boundary between life and death, I shall attempt to find a compromise between Michel Foucault (bio-politics) and Giorgio Agamben’s (thanatopolitics) considerations of biopolitics in the case of euthanasia. In this respect, believing that this article requires a historical backround, I shall start with a brief history of euthanasia and suicide in order to understand the present juridico-medico-political complex from which the sovereign power derives its philosophical underpinnings and theoretical justifications today; and show that the relationship power and death has always been very problematic. Secondly, I will focus on the meaning(s) of the disappearance of death in the context of Foucauldian biopolitics and conclude that, in contrast to Foucault’s consideration, something akin to re-discovery of death has taken place in the Western world since the mid-twentieth century. Finally, in the third and last part of the article, I will put forward that Agamben, by introducing the concept life unworthy of being lived, was successful in completing what is missing, that is the politics of death, in Foucault’s notion of biopolitics with reference to the problem of euthanasia.