İngiliz ampirizminin öncü temsilcisi J. Locke, epistemolojisinde töz (substance) terimini iki farklı anlamda kullanır. Bunlardan biri, niteliklerin toplamı olan töz iken diğeri ise söz konusu niteliklerin dayanağı anlamında olan ancak gerçekte bilinemeyen tözdür. Niteliklerin toplamı olan töz nesnelerin gerçekliği anlamındadır. En çok söze konu edilen ise dayanak olarak tözdür. Locke, bu tözün bulanık da olsa idelerine sahip olduğumuzu ama tam olarak varlığına işaret edemediğimizi ileri sürer. Locke’un bu töz anlayışı aynı felsefi gelenek içerisinde yer alan Berkeley ve Hume tarafından oldukça eleştirilmiştir. Berkeley “var olmak algılanmış olmaktır” kabulünden hareket ederken Hume “izlenimi olmayan şeyin idesine sahip olamayız” savını temele koyar. Dolayısıyla her iki filozof, Locke’un töze dair iddialarını ampirizme yaslanan epistemolojik kabulleri çerçevesinde çürütmeye çalışır. Bu makalede aynı felsefi gelenek içerisinde yer alan üç önemli Britanyalı filozofun töz anlayışları söz konusu kabuller bağlamında irdelenecek, Berkeley ve Hume’un daha tutarlı bir epistemolojik argümantasyona sahip oldukları ileri sürülecektir.
J. Locke, the leading representative of British empiricism, uses the term substance in two different senses in his epistemology. One of them is the substance, which is the sum of the qualities, while the other is the substance, which means the support (substratum), but unknown, of these qualities. Substance, which is the sum of qualities, means the reality of objects. The most talked about thing is substance as support. Locke argues that we have ideas of this substance, albeit blurred, but that we cannot fully indicate its existence. Locke's understanding of this substance has been highly criticized by Berkeley and Hume, who are in the same philosophical tradition. While Berkeley acts from the assumption that “to exist is to be perceived” (esse est percipi), Hume puts the thesis that “we cannot have an idea of what does not have an impression.” Therefore, both philosophers try to refute Locke's claims about substance within the framework of his epistemological assumptions based on empiricism. In this article, the substance understandings of three important British philosophers within the same philosophical tradition will be examined in the context of the aforementioned assumptions, and it will be argued that Berkeley and Hume have a more consistent epistemological argumentation.